Belirsizlik ve Değişim Günlükleri-9

Belirsizlik ve Değişim Günlüklerinde kaçıncı yazıya geldiğimi görebilmek için eski yazılara göz attım önce. Ne zaman canım bir şeyler söylemek istese ama su pek berrak olmasa bu tarz şeyler yazmaya yöneliyorum. Anlatmak istediğim pek çok kitap var. Son aylarda öyle çok kitap almışım ki -bu kadar mı farkında değilim yahu- koridor ve yerlerde kitap koyabileceğim alanlar da doldu, aylardır almaya niyetlenip ertelediğim İkea kitaplığın siparişini vermeme ramak kaldı. Kitaplar sayesinde pek çok şey öğreniyorum, paylaşmayı da seviyorum. Ancak bugünlerde kitaplara karşı gösterdiğim…

 

Yukarıdaki paragrafı bir ay önce yazmış ve yazıyı taslaklarda öylece bırakmışım. Belirsizlik ve Değişim Günlükleri‘ne kabaca göz gezdirdim ve her biri için ayrı ayrı duygulandım. Yazı yazma isteği benden bağımsız oluşan ve gelişen bir şey. Buna eh biraz paylaşma arzusu da eklenince on yıldır blog yazıyor olmamda tuhaf değil sanırım. Mutlu olduğum zamanlarda da yazıyorum önümü hiç göremediğim zamanlarda da. Bugün yine yazasım anlatasım var, yandınız!

Önce nereden başlasam diye düşündüm, aklıma Lektörlük atölyesi geldi. Atölyeye katılmak istememdeki en önemli sebep dersi Sevengül Hocanın veriyor olmasıydı. Başka pek çok şeyin bir araya gelmesini beklemeden yazılmıştım bu atölyeye. Editörlük derslerinden aşina olup hakkında pek az şey bilip öğrenmek için çok heveslendiğim bir alandı. Yıllardır farkında olmayarak arkadaşlarıma bu alanda yardımcı olduğumun ayırdına ise sonra vardım. Atölyelerin en sevdiğim tarafı genelde aynı ritmi yakalayabildiğim insanlara denk gelmek. Bu alanı öyle sevdim ki baskısı biten kitaplara rapor yazmak daha doğrusu kitaba farklı bir gözle yaklaşmak ve o alanı beslemek bana çok iyi geldi. (Böyle bir talep yokken kendi kendine takılmak da tam bana göre 🙂
(Başlarken yapabileceğimi düşünmüyordum. Elif bana benim kendime olan güvenimden daha çok güveniyor diyebilir miyiz?)

Mart ayı ile beraber bizim için en en en yoğun zaman da başlamış oldu. Eve döndüğümüzde değil konuşmak ayakta duracak halim kalmıyordu bazı günler. Kendimi üzerimi dahi değiştirmeden yere attığım ve uzandığım çok olmuştur. Dünyayı durdurmak istediğimiz anlar olur ya bazen, o zamanlarda tam olarak ne yapmamız gerektiğini bilemiyorum. Bazen kabuğuma çekileyim diyorum ama “Annneeeee” sesiyle ortada kabuk da kalmıyor 🙂

Bu arada devam etmek isteyip de devam edemediğim kitap kulüplerim haricinde devam etmeye çalıştığım iki tane kitap kulübüm için de okumalar yapıp buluşmalara hazır nazır katılmaya çalıştım. Biri zaten Çocuk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış kitabının buluşması, kitabı ve grubumuzu sevmesem devam edecek mecalim olmayabilirdi. Diğeri de Gökçen‘in önderliğinde (bu lafa çok güleceksin Gökçen ama aklıma bu geldi 🙂 Editör Ne İş Yapar? kitabının okuması olan grup. Editör olmadığım halde editör olarak çalışan arkadaşlarımın kafasını yıllardır yediğim için kulübe katılmaya hak kazanmıştım. Sektörün içinde olmayınca atıp tutmak kolay tabii 🙂

Veeee sonra çok uzun zamandır beklediğimiz buluşma gerçekleşti. Adana’dan annem, kardeşim Eda, yeğenim Ayça ve teyzem geldi. Pandemi sebebiyle Ayça’yı 1.5 yıldır görmüyordum ve gerçekten burnumda tütüyordu. Ayrılırken çok ağladım. Gidişine, çok uzak yaşamamıza, bir daha ne zaman görüşeceğimizi bilmiyor oluşumuza ve bir tanecik yeğenimin büyüdüğünü göremeyişime… Ayça da balık burcu olduğu için pek çok ortak noktamız var, bu beni gülümsetiyor. Diğer taraftan teyzemi en son iki sene önce görmüştüm ve o haliyle şimdiki arasındaki fark beni düşündüğümden daha çok sarstı. Evde toplam 8 kişi olarak vakit geçirdiğimiz 17 gün çeşitli zorluklara rağmen bence eğlenceli ve güzeldi. (Ailem buradayken  Fethiye’ye tatile gelip benimle görüşmek isteyen arkadaşlarımla görüşmek için vakit yaratamamış olmak ayrıca üzdü ama yetişemedim pek çok şeye.)

Bayramda Fethiye kalabalık açısından kabus gibiydi. Misafirlerimizi gezdirme çabamız olmasa sanırım en fazla balkona çıkardım. Günlüklü‘nün araba kalabalığını görünce bile ağlayasım geldi. Ortada sincap bile kalmamıştı ve burası keşke insanların kullanımına kapatılsa ve doğa kendi haline bırakılsa dedim. (Bunu iyi niyetle dilemiştim aslında.)

Ardından gelen yangın haberleri ile baş edebilmek benim için kolay olmadı. Önce tam olarak ne olduğunu algılayamadım aslında. Yangınların çıktığı yerlerdeki arkadaşlarıma mesaj attım ve sonra sosyal medya çukurunda buldum kendimi. Uykumdan yanık kokusu ile sıçrayıp bu kokunun gerçek olmadığını anlamam arasında geçen zamanda ve günün pek çok anında bir rüyanın içerisinde olduğumuzu ve bunun biteceğini kendime söyleyip durmam bir işe yaramadı. Ağaçlara çok üzüldüm ama orman yanarken aklıma en çok hayvanlar geldi. Hiç duymamış olsam da sanki onların çığlıkları kulağımda, acıları içimde gibiydi. (Bu kısımda kendimi ifade etme becerim zayıflıyor. Bazen kelimeler yetersiz kalıyor.) Fethiyede’de anons geçildi ve tetikte olmamız istendi. Rutin bir şekilde evin karşısındaki ve iş yerinin arkasındaki ormanda yangın var mı diye bakıp işimize döner olmuştuk. Yaptığım şeyi tuhaf bulsam da sanki günlük rutinimin bir parçası olmuşlardı. “Yangın bize ulaşır mı?” endişeleriyle çocukları yatırdık. Hayattaki pek çok şeye ne kadar hazırlıksız olduğumu görüp daha da içime kapandım. Bu arada elimden gelen ne varsa yapmaya çalıştım ancak içimde bir yer hep “Bu kadarı yetmez” diye yedi bitirdi beni. Sosyal medyada hiçbir şey paylaşmadım çünkü bilgi kirliliğinden önümü görmekte zorlanıyordum.

Doğru veya yanlışını bilmiyorum ama en çok tuhafıma gidenler, yangın devam ederken ağaçlandırma kampanyası yapılması, ciddi bir yangının içerisindeyken ülkenin başka yerindeki insanların bunu hiç önemsemeyip günlük hayat paylaşımlarına devam etmeleri ve daha daha ilginci “işte şimdi doğada olmalıyız, oh mis gibi ağaçlara sarılalım” gibi mesajları görmem oldu. En başında da dediğim gibi ortada doğru veya yanlış vardır, yoktur diyebilecek konumda değilim. Sadece her türlü dil, din, inanç vb ayrımdan uzak düşünecek olursam, bir yerde bir yangın var ve canlılar zarar görüyor. Yapılması gereken tek şey de yangının bir an evvel söndürülmesi ve canlıların kurtarılması olmalı. Yani bu kadar açık ve net değil mi(ydi) her şey?

DEV BİR BENEK

Tam da bugünlerde mecburi okumalar dışında hiçbir şeye bakmak istemezken DEV BİR BENEK kitabı çıktı karşıma. Yazarından özür dileyeyim ama kitabı elime almamdaki ilk sebep kapak görseliydi. Her seferinde kapak görselinin benim için aslında ne kadar önemli olduğunu fark edip şaşırıyorum. Kitaba oldukça ilgisiz bir şekilde başlayıp aynı gün içinde Benek’e sarılarak bitirdim. Yazarı ile mesajlaştığımızda Marmariste olduğunu duyunca ayrı kahroldum, Lokum’u bildiğini ve sevdiğini duyunca da zaten sarmalı görüp gözyaşlarıma hakim olamadım. (Çok edebi bir laf gibi gelmesin zira ağlamamı tutmak konusunda yazmak istemiyorum.)

Yangınlar biterken gündemden uzak müthiş bir şey oldu ve biz Züli ile bir öğle arasında kahve içtik. “Yani sen şimdi gerçekten burada mısın?” diye sorarak ve yaşadığımız an’a inanamayarak geçirdiğimiz günden daha da kaymaklısı ertesi gün üçlü bir buluşma yaptığımızda oldu. Çok detaya girmeyeyim ama çok sevdiğin birine sımsıkı sarılma hissinin verdiği sıcaklığı ve güveni pek az şey verebiliyor bence.

Sonraki gün ise beni şok eden bir vefat haberi aldım bir gece vakti. Fethiye’ye geldiğimizde bize çok yardımı dokunan bir müzik hocası vardı, eşiyle beraber evlerinde bizi ağırlamış ilk günlerimizin şaşkınlığını paylaşmışlardı. Pandemide birkaç defa haberleştik ama yaşları fazla olunca onlar için risk oluşturmak istememiştik. Tuğrul Hoca‘nın vefat haberiyle bir insanın bir ömre neler sığdırabileceğine dair derin düşüncelere daldım.

Bu arada yazının başında bahsettiğim İkea kitaplığımız geldi ve geldiği gün tamamen doldu. Evde şu an sadece bir kapının arkasında boşluk var, orayı da sonraki kitaplık için gözüme kestirdim.

Belirsizlik ve Değişim tam da bu şekilde geçti ve geçiyor aslında. Hayatın pek çok tarafta istediğimiz şekilde ve mümkünse pozitif şekilde geçmesini ayağımıza çakıl taşı bile değmemesini istiyoruz. (Çakıl mı dedim ben? Neyse severiz çakılları…) Denge bozulmasın ve rutinler devam etsin. Konfor alanımıza dokunulmasın mesela. Hayatın bunların bir parçası değil de bütününden meydana geldiğini hatırlamak gerekebiliyor.

Bu arada ikinci doz aşının duvarlara sarılmak isteyecek kadar ateş yaptığını, ertesi gün hiç Türkçe bilmeyen komşumuzun kalp krizi geçirdiğini ve eşinin hastaneye giderken arabada “umarım hayattadır” deyişini de unutamıyorum. (Çok şükür o cephede herkes iyi.)

Sosyal medyaya mesafeli yaklaşımım devam ediyor bir taraftan. İnsanların reklam için yaptıklarını gördükçe insanlığımdan utanıyor ve telefonu elime aldığıma pişman oluyorum. Neyse ki -bazen gerçekten neyse ki- çok fazla şey düşünmeye vaktim olmuyor. Mevcut işim, içinde olduğum tatlı bir proje, çoğu zaman benden önce uyanan çocuklarımla ve bunu demeden geçmeyeyim içtiğim bolca kahveyle yuvarlanıp gidiyorum. Aylaklar Kumsalı‘ndan uzakta mıyım diye bazen durup düşünüyorum ama.

Geçen haftalarda sağlığını merak edip haberleştiğim pek çok arkadaşım oldu ama beni arayan ve mesaj atan arkadaşlarım da yalnız olmadığımı(zı) hissettirdi, çok teşekkür ederim.

Saat yine 1’e geliyor ve sıcaklık 35 derece. Yazı sevmiyor olma sebebim için bakınız bir önceki cümle.

Teeee buraya kadar okuyanlar için

Bonus: Sevdiklerinize sarılın ve sevginizi söyleyin. (Kamu spotu gibi oldu ama içimden geldi.)

***Ne Okuyorum?
Berlin / Taş Şehir / Çizgi Roman
– Dijital Karınca / Dilek Sever

Merakla beklediğim: Delal Arya’nın son kitabı

Basımını heyecanla takip ettiğim: Bir Ağaç Ol / Koç Üniversitesi Yayınları

Bir sonraki blog yazım Dev Bir Benek hakkında olmazsa, bir ejderhanın beni kaçırdığından emin olabilirsiniz. Bu kez gerçekten, iyi geceler.

Elif: Pijama giymeyi seviyor musun anne?
Es: Bazen.
Elif: Ben hiç sevmiyorum. Hep vakit kaybı gibi geliyor.
Es: Ben yumuşacık hissi seviyorum yoksa üşengeçlik baki.
Elif: Baki ne?
Es: Uyku vakti gelmiş geçiyor demek…

lokumcocuk

0 Yorum

Yorum gözükmüyor

Şu anda yorum yok, bu yazı için ilk yorumu sen yapabilirsin!

Yorum yapabilirsin

<