Ekşilina

Bazı kitap karakterleri hayatınızı onunla tanışmadan önce ve sonra diye ikiye ayırabilir.
Hatta daha ileri gidip çocukluğunuzda yaptığınız ancak yüzleşmekten korktuğunuz şeylerle sizi bir anda baş başa da bırakabilir.
Bu karakterleri sevip okşamak yetmez aslında, gösterdiği yere bakmak ve orada biraz duraksayıp sıcak çikolata molası vermek gerekir.
Ve bu molalara sadece özel kişiler davet edilmeli; Ekşilina gibi…

İlk kitap her ne kadar kapağında da bangır bangır “seversin sen bu kitabı” dese de tanışmamız hemen olmadı, kitabı koşarak almadım ve sular seller gibi de okumadım. Arkadaşımdan yaklaşık 1 yıl önce (Yağmur, bu süreyi hatırlatmasam iyiydi değil mi 🙂 ödünç aldım ve o zamandan beri ilk hikayeye birkaç kez başlasam da devamını getirmek için bekledim, süreci erteledim. İyi ki de öyle yapmışım ve 3. kitabın da çevirisi olana kadar sabretmişim yoksa zaman bana nasıl geçerdi bilmiyorum.
Uzun bir süre (2-3 ay kadar) Ankaradan ayrılacağımız kesinleşince yanıma aldığım ilk kitaplardan biriydi Ekşilina. Kendimce koyduğum “zaman” dolmuştu demek ki; bu sefer hikayeye balıklama atladım ve sanıyorum hala ara ara o derin sularda yüzüyorum.
Bazen bir hikaye sizi çok etkiler ve gerçekten yaşanmışçasına üzülür/heyecanlanır veya sevinirsiniz. Bazen de bunu yapan tek başına (elbette arkadaşları ve büyükbabası Peynir Generali ile) tatlı bir karakter olur.
Hay aksi, “tatlı” mı dedim?
Ekşimiğin ta kendisi halbuki!

blank

Ekşilina’yı okumaya başladığımda neşeli, zıpır, çokça şımarık ama bir o kadar delidolu ve bol ekşili bir kızın hikayesini okuyacağımı ve ne yalan söyleyeyim bolca güleceğimi düşünmüştüm.
Değil mendillere sarılıp ağlamak gözüme toz kaçma senaryosu bile mümkün görünmüyordu çünkü her şey laylaylomdu.
Ta ki…

“Bir varmış bir yokmuş, o zamanlar her şeye sahipmişiz.”

Tam burada biraz geri saralım ve hikayenin ilk kırılma noktasına dönelim.
Karşımızda koskaca Ekşimistan Krallığı’nın Ekşilina’sı var ve onu hafife almak pek mümkün görünmüyor. Clara (annesi) ve adam (şimdilik adını söylemeye gerek yok, ona kızgınız, babası) ayrılmaya karar verince Ekşimistan adama kalıyor ancak tahmin edersiniz ki bu iş pek o kadar kolay olmayacaktır.
“Ekşimistan’ı yeniden ele geçireceğim, artık orada tek başına oturan adam içinde olsun ya da olmasın. Plastik bir evde yaşamaya hazır değilim; dünyanın iki sandviç ekmeği arasındaki dibine, şu dört harfine, of ya, poposuna yerleşmeyeceğim.Kimse benden öyle kolayca kurtulamaz! Ekşimistan’ı geri alacağım! Ekşi surat ileri!” demişken ona farklı bir bakış açısı kazandırmaya çalışan dedesi Peynir Generali var: “İyi tarafından bakarsan, Ekşimistan sen neredeysen orasıdır. Sen, topraklarını hep yanında taşıyan tek prenses olmalısın. Tıpkı evini sırtında taşıyan bir salyangoz gibi.”
Daha ilk cümlesiyle kalbimi fethetmişti Peynir Generali ve hikayenin devamında da beni şaşırtmadı.

blank

İlk okuduğumda hiçbir anlam veremediğim “plastik ev” detayı meğerse hikayenin ilk kırılma noktası olacakmış. Türkiye’de veya belki çevremde böyle tasarlanmış ev görmediğim için bana bir şey ifade etmemişti ama “plastik ev” hasta/yaşlı olan kişilerin yaşadığı evlermiş.
Kim hasta? Durun bir dakika, neler oluyor burada böyle derken başım döndü ama neyse ki beni tam zamanında Paul kurtardı. Hem de o meşhur sarı diş gülümsemesiyle! Bu hikayenin başrolünde Ekşilina varsa “En İyi Yardımcı Erkek Karakter” olarak da Paul var. Onu öyle çok sevdik ki (Züleyha ile birlikte okumanın faydaları) neredeyse hayatımızda Paul olmamasına yakınacak hale geldik.
Evet bu “detay”a geri dönmem lazım çünkü Paulina’nın annesi hasta. Hem de biraz fazlaca hasta. Tam da bu yüzden eşinden ayrılmış ve kızıyla plastik bir eve geçmiş.
“Ama ama neden? Hep beraber olsalar ve birbirlerine destek olsalar, daha iyi olmaz mıydı?” Bu arabesk cümle benden çıktı ama Alman gerçekliği buna Nein! izin vermiyor ve hikayede gelişmeler bazen gerçekten birer tokat gibi yüzünüze çarpıyor.
“Bir çocuk hikayesinde bu kadar ‘sert gerçeklik’ olmalı mı?” soru cümlesindeki her bir tümce ayrı ayrı sorgulanabilir ama asıl önemli olan şu bence: Çocukları hayatın dışında tutmaya veya onları gerçeklerden korumaya gerek yok; onlar bu işi bizden daha iyi başarıyor…
Hikayenin ilk kısmında bolca ekşiyerek işleri halletmeye çalışan Ekşilina için şimdi bunu başarma zamanı ve bu hikaye tam olarak ‘Ekşi bir karakterin hayatına tüm tatları alması’ hikayesi.
Sadece ekşiyerek sorunlarını halledemeyeceğini anlayan 12 yaşındaki Paulina Klara Lilith Schmitt’in büyüme hikayesi de diyebiliriz.

blank

Peki, siz Ekşilina’nın yerinde olsanız ne yapardınız?
Anne ve babanız bir anda ayrılıyor ve annenizle beraber hiç istemediğiniz bir mahalleye taşınıyor ve bunun üzerine annenizin hasta olduğunu öğreniyorsunuz.
Yıkılmak/hayata küsmek/ donup kalmak/bağırmak/surat asmak… Hepsi serbest.
Bunların yanına bir de hayata dört elle sarılmayı ve yaşadığımız her an’ın aslında ne kadar kıymetli olduğunu ekleyin.
Sanırım şimdi terazi dengelendi, yola devam edebiliriz.
Her şey Paulina ve annesinin hastaneye gitmek için çağırdıkları taksiye yetişmeye çalışırken oluyor; annenin ayakkabı bağı birden kopuyor ve ‘saklanması gereken’ ilk madde Paulina’nın gözüne ilişiyor. Sonra topladıklarını tek tek yazmayacağım ama her biri için kalbimde bir yerin sızlandığını ve bunun için haklı sebeplerim olduğunu özellikle yazmak istedim. Annesi için “Clara Müze” oluşturan Ekşilina kadar değilim elbette ama cüzdanımda yıllardır babamın el yazısını taşıyorum. Bir de vefat ettiğinde bana aldığı üzümlü kurabiyeyi yıllarca saklamak istemiştim ama küflenir diye annem izin vermemişti, neyse konumuz bu değil 🙂

blank

3 hikaye tek kitapta birleşse nasıl olurdu bilmiyorum ama bu halini ben çok sevdim. İkinci kitap çoğunlukla Paulina ve babası arasındaki o engebeli arazide geçiyor. Annesiyle ayrıldıklarından beri babasıyla tek kelime konuşmayan Fenalina için şimdi kırılma zamanı. Bu öyle hemen olmuyor elbette, minik bir zebra ile tehdit mektupları savuruyor babasına hatta çünkü babası okurken beni bile fena halde sinirlendirecek işlere girişiyor.
Ve ardından son kitap… ilk kitapta her şey nasıl eğlenceli ve yüksek dozda ise son kitap da bir o kadar ‘kırılgan’bir atmosferde geçiyor. Hatta acaba bu kadar keskin bir geçiş yapılmasa mıydı, nasıl olsaydı da geçişler daha zincirleme dursaydı diye epey kafa yordum ama bulduğum cevaplarla konuyu uzatacak değilim. Sadece kitabın sonunu yani o meşhur “son nokta”yı farklı bir şekilde verir diye düşünmüştüm yazar, o açıdan hayal kırıklığı yaşamadım desem yalan olmaz. Evet vurucu bir etki ama kolaya kaçılmış bir ‘evrenin sonu’.

Ekşilina’nın hayatı sadece annesinin hastalığı süresince ilerlemiyor elbette hatta zaman geçişlerinin Paul’un doğum günü kutlamaları ile verilmesi çok hoşuma gitti. Seneye doğum günümde Ekşimistan’da sürpriz bir parti istiyorum, haberiniz olsun! Tamam söz, şaşırmış gibi yapacağım 🙂
Yukarıda Paul’e bu kadar övgü dizmişken ondan az bahsetmek olmaz, hayatta insanın başına gelebilecek en iyi şeylerden biri düşerken sizi yakalayan sarı dişli bir arkadaşınız olması bence. Beyaz dişliler bana da güven vermiyor.
Paul haricinde unutamayacağım diğer bir karakter de Ludmilla oldu. Hikayeye öyle bir güç vermiş ki, onun bitkisel karışımlarından migren tuttuğunda içesim geldi. Duy sesimi Ludmilla!
Paulina’nın annesi Clara’nın hayata karşı tutumu zaman zaman beni üzse de (kimseyi kırmamak için yaptıkları) onunla arkadaş olup sohbet etmeyi isterdim. Kitapları o da çok sevdiğine göre sohbetimiz koyu olurdu hatta bence ben ona ‘çocuk kitabı aşısı’ da yapardım 🙂 Kızıyla olan diyalogları beni Elifle olan diyaloglarımı düşündürmeye yöneltti. Elif henüz 3 yaşında olsa da kulağıma küpe olarak taktığım bazı anları defterime not ettim.
Ekşilina, Fenalina ve Didiklina olmaktan nasıl zamanla biraz da Paulina olmaya başladı öğrenmek isterseniz hikayeyi okumanız şart ama minik bir paylaşımla sizi şaşırtabilirim:

blank
 “Ekşimiklik yalnızca surat asmak, mızıkçılık etmek değildir, ekşimiklik yaşama karşı bir tutumdur.”

Bu cümleyi çok sevdim çünkü hayata karşı bir tutum olarak çoğunlukla “sessiz” kalmış biri olarak ekşimeyi de hayatıma kattığı için canım Ekşilina’ya teşekkür etmek için bu yazıyı yazdım ve bu yazı için 5.30’da uyandım. Saat şu an 7.54. Azimli olmayı başardığım pek konu başlığı yok ama konu sevdiğim bir karakterse işler değişiyor.

blank

Annem de meyve getirdi eski günlerdeki gibi 🙂

Bu kitapla ilgili unutmak istemediğim anekdotlardan biri de şu:

blank
Okumak emek isteyecek ama 🙂
Güzel bir felsefe, makasla kesmeye kıyamadım elbette ki ama buraya ekledim ki dönüp baktıkça hatırlayayım.

Çizimlerin enfes olduğunu ve hikayeyle ne kadar uyumlu olduğunu söylemeye gerek bile duymadım; zaten her şey ortada 🙂
İlk kitabın çevirisini Tuvana Gülcan iyi başlatmış ancak devamından pek emin olamadım. Hatta Steinhöfelde olduğu gibi Suzan Geridönmez çevirisi okusak daha mı iyi olurdu diye de not almıştım.

Haydi o zaman şimdi 56 parçalık arı sokması pastasını yeme zamanı!
12 yaş ve üzeri herkes bu partiye davetli, kapının girişinde bolca ekşiyin çünkü içeride buna yer olmayacak…

“Yaşam bir tavakekidir; bazen tatlı bazen de tuzlu.”
blank

*Bu videoyu mutlaka izleyin.

– Saat 8.32, çoktan uyanan ev halkına tava keki yapma zamanı 🙂

lokumcocuk

0 Yorum

Yorum gözükmüyor

Şu anda yorum yok, bu yazı için ilk yorumu sen yapabilirsin!

Yorum yapabilirsin

<