Portakal Kız

Sene 2005 (bir sene öncesi de olabilir) üniversitenin kantininde oturuyoruz, yanıma öncesinde çok da muhabbetimin olmadığı bir çocuk oturuyor. Bizim okula Tıp Fakültesini bırakıp gelmiş (ilginç bir detay) ve yaşı benden 10 yaş büyük. Kısa bir sohbetten sonra “Sana bir kitap getireyim, oku, seveceksin.” diyor, ben de şaşırıp “olur” diyorum. Sonraki karşılaşmamızda (buluşma değil) bana elindeki gofretinden ikram eder gibi kitabı uzatıyor ve “Okuduktan sonra konuşalım.” diyor. Gizem üstüne gizem. Merak ediyorum kitabı ve bir iki güne zaten okumuş oluyorum ve çocuğun bana bu kitabı neden verdiğini anlamakla anlamamak arası bir yerdeyim. Yazar benim için sadece ortaokulda okuduğum “Sofi’nin Dünyası” kitabının yazarı, başka bir şey ifade etmiyor. İlk yarı öyle kalp atışı yüklü okumuşum ki kitabı Portakal Kız’ın kim olduğu ortaya çıkana kadar sanki nefesim tutulmuş. Gizemi öğrenince büyü bozulmamış ama içime bir rahatlık çökmüş, o da sebepsiz. Sonrasında bana kitabı veren çocukla tam olarak ne konuştuk hatırlamıyorum, aklımda kalan tek şey onun da yakın zamanda babasını kaybettiğiydi ve bu konuda epey konuşmuştuk.
Aradan yıllar geçti, ben Portakal Kız’ı elbette ki unuttum. Sonra Gaarder yeniden aklıma düştü, Sirk Müdürünün Kızı’nı okudum, birkaç çocuk kitabını okudum ve diğer kitaplarını aratırken bir de baktım “Portakal Kız” orada duruyor. Elinde yine birbirinden farklı portakalların dolu olduğu kocaman kese kağıdıyla. Ve kitabın baskısı yok! derken Batıkentteki Selene’de kitabı buldum ve ona gerçekten sarıldım ama hemen okumadım. Okumak için doğru zamanı bekledim. Her kitap için doğru bir zaman olduğuna inananlardanım.
Geçen gün kitaplıkta “farklı ama aynı zamanda merak uyandırıcı” bir kitap ararken gözüme Portakal Kız çarptı, düşünmeden aldım ve kitaba başladım. Gerçi kitaptaki hikaye beni ne kadar heyecanlandırabilirdi ne de olsa 2.kez okuyacaktım…(Az sonra bu büyük lafları nasıl yuttuğuma şahit olacaksınız 🙂

Kitaba başladığımda “bak işte yine Gaarder etkisi” dedim ve onun sorularına cevap ararken buldum kendimi. Bu adam hayatını sanki soru sormaya adamış. Kendini buna adaması yetmemiş, işin içine bir de bizi katıyor. Hikayelerine öyle sürüklüyor ki yanıma gerçekten bir kahve bile almama fırsat olmuyor. Bunu da yazmadan geçemeyeceğim, tuvalet molasını zor veriyorum. Bir üst paragraftaki büyük lafımı işte en başta yutmuş oldum çünkü hikayede sadece tanıdık kırıntılar var ama ben hala “Hiii, Portakal Kız kim?” peşinde Jan Olav ile düşünüyorum ve bu esrarengiz kız ile kutuplardaki kızakta yer alan 8 köpeğe isim veriyorum. Ama bir dakika hikaye böyle başlamıyor ki, ben neden buradan başladım 🙂
Hikaye 4 yaşında babasını kaybeden Georg’un tam 11 yıl sonra babasından gelen (aslında hep orada olan ama sonradan fark edilen) uzun bir mektup almasıyla başlıyor. Bunda değişik bir şey yok esasen. Tek sorun babasının yazdığı mektupta yer alan Portakal Kız hikayesi. Onun peşine Georgtan daha fazla mı düşüyorum bilmiyorum. Tek bildiğim geçen sabah 4te uyanıp 6’ya kadar bu kızın peşinde Sevilla’ya kadar gittiğim. Sonra 45 dakika kadar uyuyup uyanıp Elifi jet hızıyla hazırlayıp işe yetişmem ve işyerinde gözleri kızarık ama mutlu hissederek oturmam.
Sofi’nin Dünyası kitabında da ikili bir hikaye akışı vardı, bu kitapta da öyle. Birbirine paralel zamanlarda ilerlemese de babadan gelen mektup ve Georg’un o mektubu okurkenki yaşadıkları, en önemlisi de hissettiklerini aynı anda okuyoruz. Ben araya 3. kişi olarak girip kendi yorumlarımı bile yazdım 🙂
Georg’un babası Jan Olav tıp öğrenimine yeni başladığı zamanlarda bir gün tramvayda giderken elinde büyükçe bir kese kağıdı dolusu portakal duran turuncu anoraklı hoş bir kız görür ve kızın elindeki portakallar düşmeden önce ona yardım etmek isterken portakallar tramvaya dağılır. (İlk karşılaşma) Karl bunun etkisinden kurtulamaz ve bu kızın peşine düşer. Farklı zamanlarda yine karşılaşırlar ve sonunda Portakal Kız ona “6 ay bekleyebilirsen sonraki 6 ay her gün görüşebiliriz.” der ve arabası balkabağına dönmeden yılbaşı gecesi Karl’ın yanından ayrılır.

“Her şeyden önce komik bir kız dikkatimi çekti, tombul portakallarla tıka basa dolu dev bir kesekağıdı ile ortada duruyordu. Eski turuncu bir anorak giymişti ve kuvvetli bir şekilde göğsüne bastırdığı kesekağıdının çok büyük ve çok ağır olduğunu, her an yere düşebileceğini düşündüğümü hatırlıyorum. Ama ben portakallara değil genç kızın kendisine dikkat ediyordum. Hemen anlamıştım, onda çok özel bir şey vardı, sebebini anlayamadığım büyülü ve büyüleyici bir şey.”

Portakal Kız’in kim olduğunu öğrenene kadar zirveye doğru çetin bilmecelerle karşılaşıyoruz. Bu bilmecelere verdiğimiz/vereceğimiz hiçbir cevap Karl’ınki kadar detaylı ve masalsı olamaz. Hatta bu kadar detay aklıma bile gelmezdi diye düşündüm çoğu yerde.
Hikayenin 2. yarısı olabilecek ve zirveden inişi temsil eden noktalarda ise heyecan dozu yerini daha çok duygusallığa bırakıyor ama Gaarder ortayı yine boş bırakmayıp kafa karıştırıcı sorularla tempoyu düşürmüyor. (itiraf edeyim tempoda kırılma var ama oldukça hafif bir etki)
Sadece bu açıdan bakıldığında duygusal bir hikayesi olan kısacık bir kitap diyebiliriz Portakal Kız için ama aynı Georg gibi babasını kaybetmiş biri okuduğunda farklı dalgalanmalar da yaşaybilir.
Babası 4 yaşındayken öldüğü için Georg babasını neredeyse hiç tanımıyor ama bu mektup sayesinde aralarında öyle güzel bir bağ kuruluyor ki, bu bağ uzay boşluğundan bile görülebilir! (Uzay; hikayedeki yan konuya bir gönderme sadece)
Babamdan ölümünden uzun yıllar sonra mektup alsam ben ne hissederdim bilmiyorum, belki ben de Georg gibi karışık duygular yaşardım. Gaarder hikaye kurgusunu ve düşündüren sorular sormayı çok güzel beceriyor. Diğer kitaplarını da okumayı heyecanla bekliyorum.

 
“Şimdiyi hiç yaşamayan, hiç yaşamaz. Sen ne yapıyorsun?”
 
Portakal Kız
Yazar: Jostein Gaarder
Çeviren: Esen Ger Tabar
Yaş Grubu: 12+
PanYayınları, 2004, 151 sayfa, sert kapak
lokumcocuk

0 Yorum

Yorum gözükmüyor

Şu anda yorum yok, bu yazı için ilk yorumu sen yapabilirsin!

Yorum yapabilirsin

<